Tulum Peyniri Yiyen Adamlar

Herkesten yeteneklerini gizleyenler için dünya, bazen olduğundan çok daha fazla cömert davranabiliyor. Nereden mi biliyorum, 2010’lu yılların son deminde daha geçen aylarda başıma gelenlerden.

Kendimi bildim bileli resim yaparım. Başta, sadece yalnız kalmamak için çalıyordum resmin kapısını. Sonrasında ise söyleyemediklerimi resimlere aktararak ruhuma yeni bir tatmin mekanizması geliştirdim. Sonrasında devam ettim resim yapmaya. İlk eskizlerin, kopyaların, taklitlerin üzerinden oldukça zaman geçti. Kimseye göstermediğim kopyalarım çoğaldıkça çoğaldı. Bir yerden sonra orijinallik katmak istediğim yenileri de eklendi bu yığına. Ve artan resimlerin bir kısmını evin deposuna, diğerlerini ise dedemin demirci dükkânında boş kalan yerlere istiflemiştim gençlik yıllarımda.

O seneler dünya sanatta farklı bir yöne doğru ilerlese de kimsenin genç bir ressam olarak beni ve sanatta durduğum yeri görmeye bir meyli yoktu. Nasıl görmek istesinler ki? Birkaç Tanzimat ressamının dışında biz Türkleri resimde ciddiye alan neredeyse bulunmuyordu. Hâlbuki bütün otoriteler Leonardo’nun dâhiliğini, Vincent’in renklerini öve öve bitiremiyorlardı.

Vincent’in meşhur Patates Yiyenler tablosuna da oldum olası ayar olmuşumdur doğrusu.  Haksız bir şöhreti olduğunu düşünürdüm bu resmin. Çizimi de kolaydı bence, bizim gerçeğimizi yansıtan daha iyi bir resim neden olmasındı? Fırçamla en güzel cevabı verebilmeliydim onlara. Ve yıllar önce post modern ukalalığımın zirveye vardığı bir dönemde yapmıştım şimdilerde dünyaca meşhur olan “Tulum Peyniri Yiyen Adamlar” resmimi.

Resimde bir demirci dükkânının önünde hacı olduğu her halinden belli, kafası traşlı sakallı bir adam; başında sarıklarının bir bölümü sarkan, taburelerinde iki büklüm rızıklanan üç oğlu ve biri babasının kucağında küçük, diğeri ise onların biraz arkalarında ayakta duran yaşça daha büyük iki torunuyla bir masanın etrafına oturmuş, incecik lavaşla dürüm yaptıkları tulum peynirlerini büyük bir hüzünle yiyorlardı. Masanın üzerine bakır bir maşrapa koymayı da ihmal etmemiştim. Yanında da masaya sere serpe uzanan kendinden dumanlı siyah üzüm demeti. Resmin büyük bir çerçeve içine aldığı dükkân ahşaptı. Resmin arka fonunda ise tozlu rafların perspektifi dükkânın sonuna uzanırken terlemiş bir adam, deri körüğün başında demir eritmek için harıl harıl alevi körüklüyor, başka bir adam diğer yanda kor haline gelmiş demiri örste dövmek için çekiçli eli havada bekliyordu. Tabii ki bunlar bulanık ve dükkanın içinden taşan dumanı gösteren bir grilikle flulaştırılmıştı. Resim kişilerimin elbiselerini o yılların minyatürlerindeki giysileri sadeleştirerek tasarlamıştım. Resmin köşesinde ise, karnının şişliğinden ve memelerinin sarkıklığından hamile olduğunun anlaşılması gerektiğini düşünerek resmettiğim dişi bir köpek, yemekten arta kalanları hem kendisi için hem de doğacak yavruları için süpürmek üzere, acınacak gözlerle sakallı hacı amcaya dönmüştü yüzünü. İkindi vakti güneş batarken ki o ılık sarı, Erzincan’ın aynı saatlerde başlayan tozlu rüzgârı, dükkândan gelen grilikle karışıyor, böylelikle kompozisyonum da tamamlanıyordu. Küçük rötuşlarla tamamladığım bu resim, dedemin dükkânının tozlarına emanet ettiğim onlarca resmin içinde yıllardır bekliyordu. Ta ki geçen aya kadar.

Erzincan’ı son kez ziyaret ettiğimde babamın deposundaki resimlerimi ve dükkândakileri bir araya topladım ve seçtiklerimi İstanbul’a götürüp evime asmak için ayırdım. Tulum Peyniri Yiyen Adamlar’ı gördüğümde ise eski günlere gittim gülerek. Tarih bölümünde doktora yapan nişanlıma 17. Yüzyıl Osmanlı yazısıyla büyük büyük dedem İhsan Efendi’nin baş harfleri olan İ ve E’yi, bir de 1643 miladi yılının hicri takvime göre denk gelen 1052 yılını Osmanlı harfleriyle nasıl yazmamın gerektiğini sordum. Nişanlımın Osmanlı harfleri ve rakamlarıyla belirttiği bu eski yazıları, resmin göze batmayan köşesine yedirdim ve üstünü de zımparalayarak eskittim sözde imzayı. Resmi bundan tam bir ay önce instagramda herkese açık olan müstear isimli hesabıma yükledim. Ve altına şöyle yazdım:

“İşte yıllar sonra büyük uğraşlar sonucu bulunan, tarihte isminin oryantalist batılılar tarafından göz ardı edildiği kuvvetle muhtemel, büyük ressam Erzincanlı İhsan Efendi’nin miladi olarak 1643’e denk gelen hicri 1052 yılında yaptığı o muhteşem resim: Tulum Peyniri Yiyen Adamlar. Bir Türk ressamın çağının çok ilerisinde muhteşem bir sezgi ve ileri görüşlülükle ortaya koyduğu başyapıt. Üstelik Vincent’in doğumundan tamı tamına 210 yıl önce! Neleri yok sayıyorlar, farkında mısınız?”

Ne olduysa bu resmi instagrama koyduktan sonra oldu. Aslında bu resmi yüklerden konservatuardan tanıdığım şimdi akademisyen olan, sayfamı da takip eden eski birkaç arkadaşla eğlenmekti amacım. Acaba tongaya düşecekler mi, diye muzip bir gülümsemeyle sürdürdüğüm bu bekleyişe karşı, tepki hiç ummadığım yerlerden geldi. Sahiden dedikleri gibi küçük bir köy olmuş dünya. Bunun böyle olacağını nerden bilebilirdim ki.

Resmi instagrama koyduktan sonra beğeni yağdı resme. “Batı zaten hep böyle”, “bu nasıl devlet”, “bu resme bile sahip çıkamamışız, yazıklar olsun bize”, “Lozan’ın gizli maddelerinde Türk sanatının da belirli bir yıla kadar göz ardı edileceğinin geçtiğinin hâlâ farkına varamadınız mı?”, “ şimdi taşlar yerine oturuyor, bunu zaten biliyorduk.”, “Avrupa’daki müzeler çalmamış, iyi bari” daha neler neler yazılıp çizildi bu resmin altına. Hiç ummadığım yerlerde, tanımadığım isimlerce paylaşıldı bu resim. İnternet gazetelerine de hemen düşmesi beni şaşırttı doğrusu. Tam bir hafta karnıma ağrılar girerek okudum resmim hakkındaki yazılanları. Tam da, “olmayacak yerlere varmasın”, “güldük eğlendik, artık bu kadar yeter” deyip gerçeği açıklamaya hazırlanırken bir de ne göreyim.

İki popüler tarihçi resmim hakkında çoktan kitap yazmış ve kısa sürede piyasaya sürmüşlerdi.

Popüler tarihçilerden birisi, resmin -benim de yorumda kenarındaki tarihle bahsettiğim gibi- 17. yüzyıl Osmanlı modern resim sanatının ilkleri arasında gösteriyor, bunun gibi binlerce resmin olduğunu, bunların peyderpey toplandığını, bu resmin bilim ve sanat alanında son yıllarda gerçekleştirilen kültürümüze dönüş atılımlarının bir neticesi olduğunu, artık batılıların bizi kandıramayacağını ‘derin, derin’ irdeliyor, akla mantığa sığmayan çıkarımlarda bulunuyordu. İddialarından biri şöyleydi: “Bu resimle birlikte görüldü ki sanayi toplumuna geçişimiz de bize iddia edilenin aksine çok daha önceden olmuştur. Resmin flu olarak gösterildiği yerlere dikkatle bakılırsa batının sonraki yıllarda kullandığı alet ve edevatlara bizim çoktan erişmiş olduğumuz, ayan beyan ortadadır.”

İkinci popüler tarihçi ise, İhsan Efendi’ye batı tandanslı yaklaşmış, kitabının sonuna doğru, doğu batı sentezine varmak suretiyle yorumlamıştı resmi. Kitabında, ressam İhsan Efendi’nin cüretkâr bir deha olduğu, resimde nü objelerin Türklerde nadir olarak kullanılmasına rağmen,  köpek detayında ressamın büyük bir canlılık ve ustalıkla çıplaklığı belirttiği, diri memelerin aslında çağın baskısına karşı da bir cevap olduğu ve bereketi simgelediği yönündeki fikirleri beyan etmişti.

Benim resmimle alakalı bir başka yazar ise, gazetesindeki köşesinde bu iki popüler ismi de yalanlamış, İhsan Efendi’nin resmin köşesinde yazılı bulunan tarihin tahribata uğraması sebebiyle resmin sanılandan aslında çok daha eski olduğunu iddia etmişti. Resimde, sakallı hacının oğullarının kafalarında yer alan sarıkların Mevlevi sarıklarına olan benzerlikleri yazara göre, resmin Mengücekliler zamanında yapıldığının kanıtıydı. Resmin yapıldığı tarih Mevlana’nın babası Bahauddin Veled’le birlikte Erzincan’da konakladıkları zamana denk düşüyordu.

Afallamıştım, hal böyle olunca ajanslar, haber bültenleri, tarih dergilerinin özel sayıları, ekran başındaki yorumcular hep benim resmimden bahseder oldu. Bizim ressam arkadaşların tarihle arası pek iyi olmadığı için kendilerine sorulduğunda yuvarlak cevaplar vererek muhabirleri geçiştirdiklerine tanık oldu gözlerim.

Resmi yayınladıktan 20 gün sonra Erzincan’dan yerel bir belediyenin kültür merkezine “Ressam İhsan Efendi”nin isminin verdiğini de annemle telefonda konuşurken öğrendim. Hemen hemen aynı tarihlerde ressam İhsan Efendi’ye atfedilen temsili bir portre peyda oldu ortalıkta. Bunu ben de yapmamıştım oysa. Kim resmetti, kim sürdü piyasaya, inanın hiç birinden haberim yoktu.

 Tarikat ve cemaatler de resmime karşı kayıtsız kalamadılar kuşkusuz. Yapılan sohbetlerde kendi cemaatlerine, Ressam İhsan Efendi’nin aslında tasavvuf ehli bir zat olduğunu belirttiler. Hatta birkaç tarikat, içinde İhsan Efendi’nin isminin de yer aldığı silsileler yayımladılar dergilerinde. Ve ulu zat İhsan Efendi’ye büyük bir terbiyesizlikle yakıştırılan “cüretkar, gizli nü ressamı” gibi yakıştırmaları sert bir dille kınadılar.

Eski liberaller bu resmi yapan İhsan Efendi’nin kuvvetle muhtemel Ermeni olduğunun üzerinde durdu, daha ileri gidenler İhsan Efendi’ye Yahudi, Levanten, Rum yakıştırmalarını da yapmaktan geri durmadılar.

İnternetteki haberler de çoğalıyordu haliyle. Ekşi sözlükten birileri, ressam İhsan Efendi’nin sadece bir ressam olmayıp aynı zamanda tarihçi, astronomi uzmanı ve fizikçi olduğunu belirttiler. 18. Yüzyıla kadar kullanılıp daha sonradan ortadan kalkan bir müzik aletini de İhsan Efendi’nin icat ettiği bilgisi yer aldı daha sonra.

Wikipedia, kimin yazdığını halen aradığım İngilizce bir biyografi yayımladı sayfasında Ressam İhsan Efendi ile ilgili.

İstanbul’daki evim de Tulum Peyniri Yiyen Adamlar tablosunu ziyaret etmek isteyen adamlarla dolup taşıyordu. Nişanlım özellikle tabloyu satın almak isteyen zengin, genç bayanların bana olan ilgisinden bunalmıştı. Sık sık göz göze geliyor, bazen sıkılmış, bazense gülen bakışlarla yokluyorduk birbirimizi.

Evvelden, mühendis kardeşimle birlikte tasarladığımız üzerinde sarı led ışıkların olduğu cam bir bölmede tablonun zincirle korunan kısmın ardından seyredilebileceğini söylemiştim ziyaretçilere. Ziyaretçilerin bazıları, bakışlardaki zenginliği ve hareketliliği yere göğe sığdıramıyor, başkaları ufak ayrıntılardan akla hayale gelmeyen anlamlar çıkarıyor, diğerleri ise resmin flu kısmında gizemli bir işaret olduğunu büyük bir kararlılıkla iddia ediyorlardı.  

Tulum Peyniri Yiyen Adamlar tablosuna karşı oluşan müthiş ilgi, beni hayrete düşürüyordu. Kimse böylesi bir resmin aslında hiç yapılmamış olması ihtimalini aklına getirmiyordu. Akıllarına getirmek istemiyorlardı belki de. İçinde bulunduğum çevre adeta beni gerçekleri açıklamayayım diye bastırmıştı. Tam ağzımı açacakken birilerinin “Sus oğlum, sana mı inanalım, İhsan Efendi’ye mi?” diye söyleyeceğinden emindim.

Resmin şöhrete kavuşmasından sonra mezatlardan, parayı sonradan bulmuş olan çimentolu zenginlerden, yerli yabancı birçok isimden oldukça yüksek fiyat teklifleri geliyordu resmime. Onlara kibar bir dille bu resmi satamayacağımı, resmin bana yadigâr olduğunu, yaşamım boyunca da bunun böyle olacağını belirttim. Bir aile mirası bu resim bize, dedim, hâlbuki ressam İhsan Efendi’nin aslı karşılarında duruyordu. İnsanlar bu kadar inanmışken onlara gerçeği nasıl söyleyebilirdim ki.

Gerçek hiç ummadığım bir yerde yakama yapıştı. Resmi instagrama koyduktan sonraki 28. Günde Kültür Bakanlığı harekete geçti ve uzmanlarını bizim eve gönderdi. Uzmanlar, bu resmin oldukça değerli olduğunu, ressam İhsan Efendi’nin meşhur tablosunun böylesi bir evde çürüyüp gitmemesi gerektiğini, bunun bir hazine malı ve ulusal kültür mirası olduğunu belirttiler. İlerde Unesco’nun kültürel miras listesine bu resmin de kaydolması için ne gerekiyorsa yapılacağını söylediklerinde, içim içimi yiyordu. Bu noktaya nasıl geldik, bizi bütün dünyaya rezil edecekler, diye düşünmeden edemiyordum.

Resme 29. Gün el koydular ve ileri bir tarihte sergileneceğini söylediler. Bir aylık hengâmeyi atlattığımı düşünürken resmin Kültür Bakanlığı’ndan çalındığı haberi yansıdı medyaya. 30. Gün ise resmin 4.9 Milyon Euro gibi fahiş bir fiyata Araplara satıldığını öğrendik televizyondan. Artık tam rahata ereceğimin hayalleri zihnimde süzülürken, resmi instagramda yayımladıktan sonraki 31. günde, daha önce Louvre müzesinden çalışmış, Araplardan maaş alan bir uzman, bu resmin oldukça yeni olduğunu ve Arap şeyhinin dolandırıldığını belirtti.

Haber uluslararası medyaya yansıyınca beni önce apar topar karakola, daha sonra ise adliyeye getirdiler. Ortada bir örgüt ve bir numara aranıyordu. İfademde bu resmi benim yaptığımı, asla resimle alakalı bir para almadığımı ve herhangi bir ticari işlem için bu resmi kullanmadığımı, resmi instagrama koyma amacımın sadece eğlenmek olduğu belirttim savcıya. Hiçbir örgütle bağlantım olmadığını ama gençliğimde amacımın resim sanatında zirve isimlerden biri olmak olduğunu altını çizerek vurguladım. Son zamanlarda ise resimden git gide uzaklaştığımı söyledim onlara. Resmi ne çaldıran, ne çalan, ne de satan kişi bendim.  Savcı Bey sorguda dediklerimi dinlemekle birlikte, söylediklerime pek kulak asmışa benzemiyordu. Bu sırada hakkımda bir suç bağlantısı bulabilmek için çok çalıştı ekipler. Ama sonunda Savcı Bey de sicilimin temiz olduğunu görünce asıl nedeni sordu bana. Asıl neden, sanatta kaybetme algısını topluma geri kazandıracak bir sosyal deneydi dedim kendisine. Ama bu deney, akademik bilgisizliği tiye alan küçük bir eğlence mahiyetinde planlanmış olmasına rağmen, etkisi atom bombası gibi patladı halkta. İnanın nedenini ben de bilmiyorum. Tek bildiğim insanların doğruyu aramak gibi bir derdinin olmadığı. Bir şeyi kuvvetli olarak iddia edince, galiba biraz da saklamak istenen eksik yanların bam teline dokununca böyle garabetler ortaya çıkabiliyor Savcı bey, dedim.

Savcı bey de dayanamayıp güldü benimle. Söylediklerime kapsamlı bir yorum ilave edeceğini gösterir şekilde ağzını doldurdu, ama bilinmeyen bir nedenle dışarı üfledi havayı.

M. Sadi KARADEMİR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir