Biçimden İçmek
“Âdilik korkusiyle şekil ve kalıp firariliğini aczin en âdisi diye kabul ediniz.”
Necip Fazıl-Poetika
“Ve şair, Tanrı Yolu’nun eri olan şair, Diriliş kafilesinde en ön sırada yürüyen kişi.”
Sezai Karakoç- Edebiyat Yazıları
Uzaklardan bir müzik duyuluyor ve sesler bir bir vuruyor kulağınıza. Dilinize marketten, giysi dükkanından ya da gittiğiniz kafeden bir şarkı musallat olmuş. Anlamlı anlamsız tekrarlıyor içiniz. Nereden de takıldı bu şarkı aklıma? Nereden geldi şimdi şu nakaratlar huzmesi, diye düşünebilirsiniz. Aslında aradığınız şey bıraktığınız yerde var.
Neden mi bahsediyorum, yaşadığımız ölçüsüzlükler çağında, yabana attıklarımızın aslında ne yaman bir etki yarattığından; hece vezninin besteye yatkınlığından, kafiyenin diğer söz sanatlarıyla birlikte kulağımıza kalıcılığı fısıldamasından, biçimin hiç olmadığı kadar bilinçlerde kalmasından. Sadece bizim için de geçerli değil bu durum.
İki sene önce… Yayımlanmış yedi romanı bulunan ve geçmişte BBC’ye muhabirlik yaptığını bildiren bir İngiliz yazara, şair olduğumu söyleyince kendi dilinde sevdiği bir şiiri dinletmişti bana: John Cooper Clarke’den Evidently Chicken Town’ı. Clarke’in ihtiyar punk –ilginç- görüntüsünden ziyade, şiirde kullandığı unsurları dikkatimi çekti; argosu, ahengi, ritmik unsurları, tekerrürü, aliterasyonu ve umarsızca kullandığı kafiyeleriyle. Biraz sohbetten sonra şu kanıya kolaylıkla varabildik: Batı şiirinde dönüşüm “Punk Poet”lere, “Rap Poet”lere kadar varsa da kafiye, aynı kalıbıyla hem İngiltere’de hem de Batının diğer ülkelerinde halen ayakta.
Peki, bizim şiirimizde durum ne? Bunun için yakın geçmişin perdesini azıcık aralamak yeterlidir. Cumhuriyet döneminde sözlü edebiyatta, özellikle Garip akımının getirdiği “yıkıcı” etkiyle, şairanelik küçümsenir hale gelmiş, eski imgeler yıkılmış ve asırlardır atalarımız tarafından kullanılan biçim özellikleri (vezin, kafiye vb. ) paramparça edilmiştir. Merkez sanat çevrelerinde oluşan bu genel kanı, akımların dışında kalan büyük şairlerin iyi şiirleri tarafından kuşatılsa da bu çaba, genel kanıyı yıkmaya yetmemiştir. Daha sonra İkinci Yeni şairlerince de bu alışkanlıklardan bazılarına devam edilmiş ve günümüzde yaşayan modern şiir düşüncesine de ağır tesirini sürdürmüştür.
Şiirde vezinlerin ve kafiyelerin birden bire bırakılmasını bir adamın ses tellerini durup dururken ‘estetik’ olmayan cerrahlara aldırmasına benzer. Şiir bu alımdan sonra da konuşmuştur kuşkusuz. Peki, halkın geniş bir bölümü bu konuşmayı duyabilmiş midir? Bu günkü tablo onu pek göstermiyor.
Attila İlhan’ın Hangi Edebiyat kitabında belirttiği bir durum var ki işte tam bu konuya parmak basıyor. Kaptan’ın belirttiğine göre daha önce gerçek üstücü, dadaizme bulaşmış, (klasik) eski şiire son derece karşı olan Aragon, savaş sonunda klasik tarzda yazılmış yeni şiirlerini yayımlamış. Böylesi bir şair nasıl oluyor da vezinli kafiyeli şiirler yazıyor, diye hayretle karşılanmış edebiyat çevresinde. Aragon’un sebebi ise oldukça net. Alman işgalinde aranıyorken sürekli yer değiştirmesi gerektiğinden yanına kitap alamıyor şair. Ve canı şiir okumak istediğindeyse ezberinde olanları okuyor ve bakıyor ki hatırında kalan şiirler çağdaş şairlere ait değil, hep “vezinle, kafiyeyle” yazılmış şiirler.
Şiirde seslerin, hece sayısının ve bunların birleşmesiyle meydana gelen uyumun kendine has bir mistiği barındırdığı aşikâr. Tabiî ki şiirde şekil ve kalıp şiiri oluşturan yegâne ve okurun fark etmesi gereken bir unsur değil. Fakat birçok şairce verilen arının bal yapması örneğinde olduğu gibi, şiir özünü bırakmak için bir peteğe ihtiyaç duyuyor , ki okur onun ne olduğunu ve nasıl bir tat verdiğini kolayca gelip bulabilsin.
Üstad Necip Fazıl’ın Poetika’sında şiirde şeklin ve kalıbın ne olduğunu,
“ Şekil ve kalıp mananın iskeletidir. Bütün dava iskeletlerimizi sonsuz sanatiyle, namütenahi güzel giydiren Allah’ın verdiği hikmet dersine bakıp ondan alınacak paylar ve hadler içerisinde, mana iskeletlerine surat ve vücut geçirebilmek.”
ve ne olmadığını,
“…Öyleyse bir şiire baktığımızda onun iskeletini görmemeliyiz, … Şiirde şekil ve kalıp zatiyle şekil ve kalıp olarak haykırdığı “ben buradayım” dediği nispette o şiir kötüdür.”
sözleriyle görmek mümkün.
Üstadın üstün sanatkâr tanımında sabit bir şekil ve kalıp bağlılığı içerisinde şiirin her ayrıntısında eski şiir ve kalıbını yenileyebilen kişi olarak belirtilmiştir. Üstadın bu görüşünün günümüz şiirindeki karşılığına Süleyman Çobanoğlu örnek verilebilir. Hece kalıbında direten nadir isimlerden olup kendisi Mustafa Kutlu’nun tabiriyle “Hece bitti”, “Hece ölçüsünde söylenebilecekler söylendi, denilen bir dönemde” ortaya çıkmış ve yeni şiirleriyle hece şiirine yeniden ruh kazandırabilmiştir.
Hiç kuşkusuz şiirde biçim ve öz, şiirde ayrı tutulamaz. Salt biçimin ufku olmadığı gibi, salt özün de kabı (kalıbı) yoktur. Daha derinlere inmek için açılan kuyunun şeklidir biçim. Özse o kuyunun içinde ki memba. Kuyuyu temiz açmalı kaynağın çıkabilmesi için. Kaba ve kirli açılması, muhtevayı kirleten. İşte şair, ilham kapısını her çalışında hem kuyuyu kazar, hem de en güzel yerinden ab-ı hayatı çeker dünyasına.
Sezai Karakoç da Edebiyat Yazıları’nda bizden ayrı düşünmez: “Biçimi olmayan şiirin özü de yok demektir. Yüzü olmayan insanın olamayacağı gibi şekilsiz şiir de olmaz.” Düşünce dünyamızda yer alıp da modern şiirin en güzel örneklerini veren sayılı şairlerden biri olarak, kendisi Turgut Uyar’ın Korkulu Ustalık’ta da bahsettiği gibi şiirin gelişmesini bir tekniğin gelişmesine bağlamaz. Klasik şiir ile modern şiirin karşılaştırılmasında formu olan şiir ile amorf (şekilsiz) olan şiirin ayrımı ve bağdaştırımı noktasında, “birinde ortak biçim görünür planda, farklılıkların daha iç planda olması; öbüründeyse tersine, farklılıkları görünür planda, ortak yanlarınsa iç, görünmez planda bulunduğunu” belirtir. Ki serbest şiirin şekilsiz yapısının -bizde yaygın olarak işlenenin aksine- yeni bir şiir olmadığını, Eski Yunan, Latin, İslam öncesi Arap ve Türk şiirlerinde örneklerin var olduğunu da ekler kitabında.
Bir zamanlar yazılarında hece şiirinin tüm değer kalıplarıyla öldüğünü vurgulayan Turgut Uyar’ın 1956’da, şiirde gelinen noktadaki tıkanıklığı anlatması, samimi bir itiraf sayılacağı gibi, ‘şiirimizde ‘yeni’nin gelişimini incelemek açısından da bizlere çok şey söyler: “O 1940 kuşağının yıkmak için kan ter dökerek uğraştıkları kalıpçılığa, donukluğa, hazırlopçuluğa, birörnekliğe yeniden kapıldık. Hem bu sefer yenilik adına ölçüsüz uyaksız yazmak, bir de mız mız adamı söylemek yeni olmak için yeterli sayıldı.” Günümüzde olan biteni aşağı yukarı 50 yıl öncesinde görebiliyoruz. Sorun belli ve hâlâ sağ: Kirli Yeniliğin Tekrarı. Bir sürü, birbirine benzeyen biçimsiz boşluklar kümesi. O yüzden biz şekle dönelim derken aynı kengeri tekrar çiğneyelim demiyoruz. Taşıyıcıyı sağlamlaştıralım diyoruz binamızda. Çünkü enkazlardan bina yapılmaz. İpotek altına alınmayan şeklî bir yenilik… İstediğimiz bu.
Meksikalı Şair Octavio Paz’ın Öteki Ses’inden dinleyelim bir de biçimin ne olduğunu: “Şiirsel biçimler şiire temeldirler çünkü onlar ölüme karşı olan başvurumuz ve yılların aşındırmasıdır. …Gerçek zamana sabit bir yapı olarak değil, yaşayan mimarlık olarak karşı koyar. Sone ya da balad, İtalyan 11’li hecesi ya da Japon tankası, serbest nazım ya da düzyazı bir şiir; tüm biçimler ve tüm ölçüler yollar ve yüzyıllar denizini aşmak için bir mavnadır. …Sanat biçimlendirme istemidir. Çünkü o bir dayanma istemidir. …Biçimin modası geçtiğinde şair yeni bir tane icat etmeli ya da eski bir tane bulup onu yeniden yapmalıdır.” Paz’ın ticarileşmeyen tek sanat dalı olarak gördüğü şiirinin; ezilen, yorgun düşen bireye dayanak oluşturması, ancak biçimin varlığıyla sağlanıyor. Tabiî ki Paz, şeklin -ne olursa olsun- genel varlığının bulunması tarafında. Milenyum çağının yaygın kuralsızlığı Paz’ın dediği gibi yeni bir biçimin icadını zorlaştırabiliyor. Her yeni şekle ‘sabit kalıp ve dogma’ olarak bakılması ve algılanması biçimsel bir restorasyonun Türk şairler tarafından daha makul ve tercih edilebilir kılıyor.
Günümüz edebiyat dergilerinde ayakta kalabilen ve kendini göstermeye başlayan yeni şiirlere baktığımızda, onların her yerinde olmasa da içerisinde biçim özelliklerden ve söz sanatlarından mutlaka bir pay bulundurduğunu görürsünüz. Şekle tam dönemeseler de iç şeklin başarılı örneklerini veren şairler, bu gün edebiyat dünyasında yükselişe geçmiştir. Yeni modern şiir, biçimini şiirine içirtip, ona omurga oluşturtabilen şairlerin elinde yükselecektir.
Şiirde şekil ve kalıp konusunda, serbest şiirde başarılı örnekler vermesine rağmen Nazım Hikmet’in şiirde “illa serbest” diye dayatmaması ve bu konuda şiir yazan gençleri serbest bırakması onun da şekil gerçeğinin farkında olduğunun apaçık bir delili.
Bir başka büyük şair İsmet Özel de Şiir Okuma Kılavuzu’nda modern şiir için bu konuya şöyle değiniyor:
“Modernist Türk şairleri olağanın hafife alınamayacağını, ciddiyetini vurguladılar. Peki bunu nasıl yaptılar? Yeni bir biçim bularak… Yeni bir biçim şiir yazma kurallarının bir adım ileriye götürülmesi demek değildi. Modernist Türk şiirinde hece veznini kullanan insanlar da oldu hatta belki aruz veznini kullanmadılar ama aruz sesi de duyuldu modernist Türk şairlerinde… , …Biçimde uzlaşmayı biçimi redderek buldular.”
Biçimde uzlaşmayı biçimi redderek bulmak… Ve yeni şeyler söylerken bu reddedişin içinde eski biçimden bir şeyler bulmak… Şeklin ses mistiğini yabana atmamak… İşte günümüz şiirinde olması gereken bu… Eğer şair bunu yapmamakta direniyorsa, asker olmaya ‘yeltenen’ gencin üniformayı reddetmesi gibi bir duruma düşer. O genç üniformayı giymese de ona benzer bir şeyler giymelidir mutlaka. Eğer bunu da giymeyi istemiyorsa korkarız ki o genç, istediği hayatın dışında –çıplak- kalmaya devam edecektir.
Bu gün dünyada söz düştü, ama ölmedi. Onu –düştüğü- yerden kaldırmak için sesi biraz daha açmamız gerek. Bu kırışık, buruşuk ortamda, zihinlere şiirle çekidüzen verebilmek için, biçimin aynasında kendi yüzümüze yeni açılardan tekrar tekrar bakmamız lazım. Bu bakış, öze de değecektir mutlaka.
Artık, aradığımız şeyi bıraktığımız yerden alma vakti.
Şiir bayrağına irtifa kazandırmak umuduyla!
M. Sadi KARADEMİR