HİÇ SANMADIĞIN GİBİDİR -Roman Mı, Şiir Mi?-| M. Sadi Karademir

Türk edebiyatında 70’li yıllardan sonra edebiyatın ve yayım dünyasının edebi türler arasındaki amiral gemisinin roman olduğunu iddia edenler oldukça fazla. Meseleye ‘satış rakamlarından’ bakılırsa haksız da sayılmazlar doğrusu.

Türk edebiyatında batılı anlamda roman türü Halit Ziya Uşaklıgil’le başlatılıyor. Kuşkusuz Halit Ziya’dan önce de roman türünde eser veren Namık Kemal, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami gibi değerli yazarlarımız mevcut. Lakin Halit Ziya’nın romanı farklı yönlerden değerlendirmeye alındığında roman türünün modern teknikleri içinde barındırdığı için günümüz romanına daha yakın ve bu sebeple bir adım önde. Roman, Türk edebiyatında şiir kadar köklü bir tür değil. Yine de özellikle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türk romanının önemli bir mesafe kat ettiğini de belirtmeliyim. İthal bir tür olmasına rağmen Türk romanının, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Oğuz Atay gibi örnekleri arttırılabilecek çok sayıda yazarı kitaplığınızda batı klasiklerinin yanına gönül rahatlığıyla koyabileceğiniz eserleriyle Türk edebiyatının yıldızını parlatıyorlar. 80’li ve 90’lı yıllarda roman, hem eser sayısını hem de okuyucu kitlesini arttırarak yoluna devam etti. 2000’lere gelindiğinde ise kitap fuarlarının başat unsuru olmuştu artık. -Ödül öncesi yapmış olduğu açıklamaları fazlasıyla tartışılsa da- Orhan Pamuk gibi Türk vatandaşı bir yazar romanlarıyla Nobel edebiyat ödülüne layık görüldü.

Dünya genelinde durum Türkiye’den farklı değil. Roman türü, -İran hariç olmak üzere- birçok ülkede yayın dünyasında şiire kıyasla daha fazla karşılık görüyor. Romana olan ilginin Türkiye’de artmasında, Türkiye’de ekonomik koşulların görece iyileşmesi ve birey toplumuna geçişin etkisi de büyük.

Edebiyat yahut kitap denilince romanın akla gelen ilk tür olması biz roman çağı şairlerinin karşısına –özellikle edebiyatseverlerle yüzleşince- o basit ve keskin soruyu çıkarıyor: “Roman mı, şiir mi?”

Yaşanılan çağ nedeniyle mecazdan ve imgeden yeterince nasibini almamış yeni okurlar için sayfa sayılarının fazlalığı kitaba değer biçmede ön şart. Bu yüzden şiir (veya şiir kitabı), ilk basamaktaki okurların gözünde tabiri caizse ‘hafif’ kalıyor. Kazara okunsa bile hiç anlaşılmıyor şiir, acaba Korece konuşulsa daha mı fazla anlayan çıkar, diye düşünmeden edemiyor insan. Yaşayan büyük şairlerin bile ölü zannedildiği bir ülkede kitap okumaya yeni başlayanlar için gelin birlikte göz atalım roman ve şiir kıyasımıza.

  • Roman, karakterlerden ve olay örgüsünden oluşan kurmaca bir türdür. Şiirde ise kurmacanın bir önemi yoktur. Şiir de ilham faktörü gözden kaçırılamaz. Şiirde yapı vardır, kurmaca ise şiirde yer almaz. Roman düşünülerek, şiir duyularak yazılır. Tek başına düşünsemeden şiir çıkmaz.
  • Romanın kurgusu, dili ve karakterleri oturunca roman yazımı tasarlanabilir bir hale gelir. Şiir ise nazlı bir türdür, kendisi gelmeden istense de yazılamaz. Yine de şairin her an, şiirini araması gerekir.
  • Roman yahut hikâye Nihat Genç’in tabiriyle başkasının mektubunu yazmaktır. Şiirde ise çoğu zaman şair kendi mektubunu yazar. Son yıllarda romanda uzaklaşılmaya çalışılsa da kurgu ve tasarı romancıyı yapay bir tanrı haline getirir. Karakterleri içinden görüşünü belirtir yazar. Biz, yazarın karakterlerini işlemesinden ve karakterlerinin gücünden romancının notunu veririz. Şiir de ise ‘başkasına ihtiyaç’ çoğu zaman duyulmaz. Şair, şiirinin hem yazarı hem de kahramanıdır.
  • Roman, deney ve gözleme daha fazla açıktır. İyi bir romancı etrafına daha iyi bakan, iyi bir şair ise etrafında baktığının da ötesine odaklanandır. Çoğu zaman şair kendi içine bakmaktan etrafına bakamaz olur.
  • Romancı için mesajını veren tek bir tema (izlek) yeterli olabilir. Şiirde ise hemen her mısra başka bir temanın kapısını zorlar.
  • Roman tasvir ve sembollerle, şiir ise imgelerle kurulur. İyi bir romancının güzel roman cümleleri kurabilmesi romanının edebi başarısını kurtarabilir. Şairin ise, iyi bir eseri ortaya koyabilmesi için kelimenin anlamından çıkıp bambaşka anlamlara çağrışımlarla yol açabilmesi gerekmektedir.
  • Romanda, hayattaki gerçeklere karşı okuyucuya ‘sandığın gibi değil’ mesajını verebilmek önemlidir. Hepimizce malumdur: Bir adamın bir baltayla bir kadının canına kast etmesi gazetelerin üçüncü sayfasında alelade durabiliyorken, Dostoyevski tarafından bu konu romanda işlenince bir başyapıt ortaya çıkar. Şiir ise okuyucuya ‘sandığın gibi değil’ mesajının ötesinde ‘hiç sanmadığın gibidir’, ‘sanabileceklerinin bile çok ötesindedir’ mesajını verir.
  • Romancı hayat tabletinin üzerindeki resimde parmak uçlarını aça aça detaylara zoomlarken, şair hayatın tüm fotoğraflarını parmak uçlarının kapata kapata küçültür. Ve sonunda şunu söyler: “sizin gerçek diye sandığınız şey bu ufalan resimlerden de kat kat küçüktür.”
  • Roman yer yer kapitalizmin semirmiş bir çocuğu olabiliyorken şiir, kapitalistleşmeye direnen tek sanat dalıdır.
  • Şiirin miladı yoktur, şiir bu yönüyle insanlık tarihi kadar eskidir. Romanın ise miladı bellidir, ne kadar irdelenirse irdelensin Cervantes’ten geriye gitmek oldukça zordur.
  • Yeteneğin vasatında doğanlar çalışarak değerli bir romancı olabilirler belki, ama aynı kişi eğer şairlik kumaşı yaratılıştan kendinde yoksa, -ne kadar çalışırsa çalışsın- şair olamaz.
  • Okuyucu romanda kendinden olanı, şiirde ise kendinde olmayanı arar. Kelimelerin sihri, romanı zenginleştirir, ama hiçbir roman tamamen sihirli kelimelerle yazılmaz. Şiir kelimeleri ise başlı başına sihirdir.
  • Şair Don Kişot’tur, Cyrano’dur, zerdüşttür, şamandır; romancı ise yerine göre polis, yerine göre hâkim, yerine göre yaşam koçu, yerine göre güvenlik kamerası, yerine göre psikiyatristtir.
  • Bir keramettir şiir, romansa günah çıkarma.

Türler arasındaki farklılıkları belirtmek için bu kadar yeterli sanırım. Bu kıyaslamayla romanı yermek değil niyetim. Asıl gayem şiire yapılan haksızlığı ortadan kaldırmak. Yoksa çoğu şair, roman, hikaye, tiyatro, sinema gibi farklı kurgusal metinler de ortaya koymuştur.

Hikâyemizin büyük ustalarından Mustafa Kutlu bir görüşmemizde kendi karakterinin hikâyeye uygun olduğu için hikâyeyi tür olarak seçtiğini, dört yüz, beş yüz sayfa eser verse dahi yazdığının roman değil, hikâye olacağını belirtmişti bir görüşmemizde. Ben de Kutlu gibi edebi tür seçiminin insan karakteriyle doğrudan ilişkili olduğu kanısındayım. Tüm edebi türlerde tercih edilen türün eser verenin karakteriyle özdeşleşmesi, buluşçu/yaratıcı sanatçının cevherini parlatmaya daha fazla yardımcı olacak.

Unutulmamalı ki Rus edebiyatında da batı edebiyatında da şiir ve şair, ilk anlamlarından farklı olarak ‘doğuştan gelen saf yetenek (pure talent)’ ve ‘sanat dehası’ anlamlarında da kullanılmakta. Söz gelimi Rus eleştirmen Belinski, İnsancıklar’ı okuduktan sonra yazdığı değerlendirmede genç yazarın –F. M. Dostoyevski’nin-  ‘şiirsel bir yeteneği’ olduğunu  özellikle vurgular.

Uzun lafın kısası, hangi türde eser verirse versin, ‘şiirsel yetenekleri’ olan şair ve yazarları ortaya çıkarabilmek için öncelikle ‘şiirin ne olduğunu öğretmek veya hatırlatmak’ şart.

Konuştuğumuz dil olan Türkçe’nin hafızasında dünyanın en güzel şiirlerini barındırmasının getireceği avantajla, genetik kodlarını uyararak, içindeki sese kulağını daya sevgili genç okur. Ve belki de her şeyi unutacağın bu yazıdan tek bir şeyi hatırla:

– Şair Messi’dir kısaca, romancı ise Guardiola.

M. Sadi KARADEMİR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir